top of page

TASARIM DEHŞETİ


Ali ARTUN

http://www.aliartun.com/yazilar/tasarim-dehseti/




Zamanımızda tasarımın giderek sanatı boyunduruk altına aldığını izliyoruz. Bu olguyu açıklayabilmek için sanırım önce tasarım kültürünün aslında bütün hayat üzerinde kurduğu hegemonyaya ilişkin bazı çarpıcı gelişmeleri hatırlamak gerekecek. İlk bölümde bu anlamdaki değinmeler var. İkinci bölüm ise tasarım kültürünün kaynaklarına ve egemenleşme sürecine ilişkin bir profil.

I. Çağdaş Hayat ve Tasarım Kültürü Kuşkusuz bir tasarım çağında, bir tasarım evreninde yaşıyoruz: Çevremiz, üstümüz-başımız, bedenimiz, ruhumuz, sinirlerimiz, cinselliğimiz giderek daha etkili boyutlarda tasarlanıyor. Yediğimiz, içtiğimiz tasarlanıyor. Ne düşündüğümüz, nasıl konuşacağımız, hatta nasıl güleceğimiz, ne hissettiğimiz ve ne hissettireceğimiz tasarlanıyor. Neye benzeyeceğimiz, yani imajımız, ve giderek baştan aşağı kimliğimiz, öznelliğimiz artık bir tasarım nesnesi. Kısacası, bütün hakikatimiz tasarlanıyor. Ve bu metamorfoz sırasında herşey görünüşüne indirgeniyor. Baudrillard’ın anlattığı gibi, bütün hayat estetikleşiyor.

Tasarım ve doğa Artık ne doğaldır kestiremiyoruz. Bitkisel ve hayvani bütün besinlerimiz daha gösterişli ve daha dayanıklı olmaları için genetik olarak tasarlanıyor. Dubai’de palmiye ve dünya haritası biçiminde adalar inşa edildi. Şimdi de Emir El-Mahdum’un bir vecizesi yapay adalarla denize yazılıyor. Aslında Dubai tabiatıyla olduğu kadar hayatıyla da çölün ortasında baştan aşağıya bir taklitler, reprodüksiyonlar alemi, bir simulacrum: Denizin otuz metre altındaki Hidropolis Oteli’nin akvaryumunda yüzen deniz kızları; içinde Britanya Doğa Tarihi Müzesi uzmanları tarafından tasarlanan Jüra dönemi canavarlarının gezindiği bir Jurassic orman ile yakınında karlı dağlar. Kutup ayılarının bile eksik olmadığı dünyanın en büyük kayak pisti...

Böylesine bir hipergerçeklik atmosferinde, ‘ne gerçektir, ne sahtedir?’; ‘ne hakikidir, ne taklittir?’ birbirine karışıyor. Ezeli doğal-kültürel karşıtlığı (nature-culture) bulanıklaşıyor. Doğa kültürleşiyor.

İnsanlığın doğa üzerindeki egemenliği -uygarlık-, doğayı denetleme ve ona biçim verme hırsı, artık neredeyse kendi doğallığına da son vermektedir. İnsanlar biyoteknolojinin, nanoteknolojinin, gen teknolojisinin ürünlerine dönüşmektedir. 

Siberseks Hala en doğal sayılan yanımız, cinsel hayatımız bile bugün ekrana taşınmakta, birçok başka etkinliğimiz gibi görselleşerek tasarım nesnesine dönüşmekte, hatta tek başına yaşanan sibernetik bir deneyime dönüşmektedir. Ve bu deneyim giderek bir kampanya havasına bürünmektedir. Žižek’ten öğreniyoruz ki, siberseksin yaygınlaştırdığı masturbasyonu en güvenli ve özgür cinsel deneyim olarak lanse eden çevreler, San Francisco’da 1995’den beri Ulusal Masturbasyon Ayı kutlamaktadır.[1]

Soyumuzu tasarlama tutkusu, büyük bir hızla doğumu da tamamen simulatif ortamlarda gerçekleşen bir hadise durumuna getirmektedir. Fiyatları donörlerin fizyolojik ve kültürel bir takım niteliklerinin belirlediği ciddi bir sperm ve yumurta pazarı oluşmuştur.

Günümüzde cinsel kimlik, yani bir kimsenin heteroseksüel, homoseksüel, biseksüel, ya da transseksüel olması, artık onun doğal-biyolojik bir özelliği değil, kültürel kimliği sayılmaktadır.

Satılık soy? Kültürel kimliğin duruma göre cinsellikten daha da öncelikli olan bir diğer bileşeni de etnik aidiyettir. Neoliberal rejimlerin örgütlediği kültürel rölativite söylemi, toplumsal kimlik yerine kültürel farklılığa dayalı bir cemaat kimliği dayatmaktadır. Siyaset ve her türlü güç ilişkisi toplumsal sınıflardan kültürel cemaatlere kaymaktadır. Bu koşulda, etnik kök önemli bir ayrıcalık etkeni olmakta, dolayısıyla soy kanıtlayan genetik testler de hızla yaygınlaşmaktadır. Bu gelişme de, ölümsüzlüğün sırrını arayan araştırmalardaki gibi, genetik tasarım hırsını bileyen bir olay olmaktadır.

Zaten 19. yüzyıl sonunda ve 20. yüzyıl başında İngiltere’de ve ABD’de örgütlenen, evrimin ve ırkların tasarımı ve arınmasıyla ilgili öjeni araştırmaları ve politikaları, bu politikaları uygulayan Nazi vahşetine rağmen sona ermiş değildir. İsveç’in ‘toplum mühendisliği’ni yücelten sosyal demokrat yönetimleri daha 1975 yılında yeni bir öjeni programını yürürlüğe koymuşlardır.

Pek açık edilmese de, giderek yükselen gen haritalarının çıkarılmasıyla ilgili çalışmaların ve klonlama deneylerinin, her ne kadar uzun ve sağlıklı ömür sürmeyle meşrulaştırılsalar da, yüzyıl önceki öjeni disiplinlerinden farklı olduğu söylenemez.

Bedenin dijitalleşmesi

İnsan bedeninin tasarlanmasında çığır açacak başka bir gelişme dijital protezlerdir. İnsan beyni, onun kullandığı aletleri bedeninin bir parçası olarak görür. Yontma taş baltalar da, mobil telefonlar da sinir sistemimizle eklemlenir. “Mesaj medyadır” (“medium is the message”) diyerek geçen yüzyılın en büyük kerametinde bulunan ‘medya peygamberi’ Marshall McLuhan, televizyonun “mesajını bir dövme gibi tenimize işlediğini” söyler. Ona göre “her medya, psişik ya da fizik bir takım duyularımızın eklentisidir”. Medyanın “kişisel, politik, ekonomik, estetik, pskolojik, ahlaki, toplumsal sonuçları bize öylesine işler ki, dokunmadık yerimizi bırakmaz.”[2]

Bedenimiz dijitalleşmektedir. Bedenimizin, sinir sistemimizin eklentisi olan kimi araçlar, nanoteknolojiler ve dijital teknolojiler marifetiyle artık bedenimize iliştirilmeye başlamaktadır:

- Önceden farklı farklı ses ve görüntü araçlarına akan bütün enformasyon şimdi avucumuzun içindedir. Bunu başaran cep telefonları yakında cebimizi terk ederek bedenimize kaynayabilir; en azından bazı fonksiyonları...

- Britanya’da 2006’dan beri kimi havaalanlarında irisin ve yüz hatlarının okunmasına dayalı güvenlik sistemleri kullanılmaktadır. Bu yıl on milyon kadar biometrik, dijital pasaport dolaşıma girmiştir.

- Microsoft, kulağa ve ağıza yerleştirilecek bir takım chipler aracılığıyla, duyulan ve söylenen her şeyin kaydedilebileceği ve bedenin bunlar sayesinde bütün dijital mecralarla eklemlenebileceği bir teknoloji tasarlamaktadır.

- Beyin kapasitesini arttıran kimyasalların yerini chipler almaktadır. Gelecekte insanların hayallerinin, anılarının görüntülenebileceği bir manyetik çözünürlük (MR) teknolojisi devrededir. Öte yandan Georgia Tıp Fakültesi’ndeki nörobiyologlar, beyindeki protein seviyeleriyle oynayarak kimi kötü anıları silmeyi başarmışlardır.

- Philips Design, giyenlerin duygu ve kişiliklerini görselleştirecek iki giysi tasarlamıştır. Bu tür ‘giyilebilir teknolojiler’, duyguların ve kişilik özelliklerinin biyometrik ölçümleri sayesinde geliştirilmektedir. Ve tüketim kültürü için hayati sayılan duygusal iletişimin yönetilebilmesinin kapılarını açmaktadır. Günümüzde ergonomik tasarımın yerini “emotion driven design” almaktadır; yani tasarımda artık başat olan, duyguların güdülmesidir; işletme (yönetim) alanında olduğu gibi.

İnsan bir makine

Demokritus’tan (İÖ 460-370) beri sürüp gelen ve insanın bir makine, bir otomat olduğunu öne süren savlar, Rönesans’ta Leonardo’nun, Aydınlanma Çağı’nda LeMettrie’nin, modern zamanlarda Rus konstrüktivizmi, Bauhaus ve daha birçok rasyonalist tasarım hareketinin de benimsediği savlar şimdilerde gerçekleşme yolundadır. Baudrillard’ın söylediği gibi, insan kendi reproduksiyonunu tasarlaya tasarlaya sonuçta bütün doğallığını -insanlığını- yitirerek bir yapıntıya, bir artifacte dönüşecek, ve nihayet böylece kendi ölümünde ölümsüzleşecektir. Kendi sonunda sonsuzlaşacak ve kendi yokluğunda var olacaktır.

İnsanların başka insanlarla ve makinelerle iletişimini ya da mesajlaşmasını denetlemek ve tasarlamakla uğraşan sibernetik, zamanımızda artık bir siberkültüre dönüşmüştür. Sayılar, harfler ve diğer bütün işaretler; her türlü imge; bilgiler, paralar, metalar, duygular artık internetin sibermekanında akmaktadır. Toplumsal varlığını bu mekana sıkıştıran bağımlıların, başkalarıyla ancak bu mekanda temas edebilecek kadar yabancılaşanların sayıları gittikçe artmaktadır.

II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra ortaya çıkan sibernetiğin gelişmesini izleyen diğer bir ‘makine insan’ projesi ‘yapay hafıza’ ile ilgili olandır (artificial intelligence). “İnsanların bilişsel (cognitive) ve alımlama (perception) yetileriyle ilgilenen bir tasarım alanıdır.” Bir toplumdaki görüş farklılıklarının ve iletişim noksanlıklarının giderilerek, o toplumda “uyum ve anlaşma” sağlanmasını, “ortak bir bilgi” yapılanmasını araştırır; “akl-ı selim”in kodlanmasıyla uğraşır.[3] Yapay zeka tasarımında, insan aklıyla, teknolojik akıl, beyinle bilgisayar iç içe geçer.

Gerçekliğin Tasarımı

Fizyolojik, biyolojik tasarım hareketini, entelektüel hayatın, zihinsel etkinliklerimizin tasarımı izlemektedir. Ve belki de bu yolda daha fazla mesafe katedilmiştir. Burada mesele, hakikatin, dolayısıyla da hakikatin tanımlandığı anlamlandırma (signification) sistemlerinin tasarlanmasıdır. Neyin ‘doğru’, neyin ‘iyi’ ve neyin ‘güzel’ olduğu sorularını yanıtlamak üzere 500 yıldır bir takım normlar belirlenmiştir. Bu soruların belirlediği bilim, etik ve estetik alanlarında, başta modern üniversiteler ve müzeler olmak üzere, son derecede yoğun ve karmaşık bir örgütlenme yaşanmıştır. İşte şimdi bu bilgi veya hakikat rejimi dönüşmektedir.

Modernliğin bütün kurumları ve kavramları, örneğin evrensellik/ulusallık/ bireysellik, toplumsallık, kamusallık, sekülerlik, siyasal temsiliyet (demokrasi), zamanımızda artık ya terk ediliyor, ya da yeniden tasarlanıyor. Yeni kavramlara ve kavrayışlara göre toplumsal ve siyasal hayat yeniden tanımlanıyor (toplum mühendisliği), tarihler yeniden yazılıyor. Baudrillard’ın tabiriyle, “sentetik bir tarihin imal edilmesi” (artificial synthesizing of the past).[4]

Bu köklü dönüşüm, modernliğe ait normatif bilgi sisteminin yerini rölatif bir sisteme bırakmasıyla; daha doğrusu, rölatif bir sistem tarafından aşındırılmasıyla yaşanıyor. O zaman da hakikatin tanımlanmasında sözün ve metnin gücü tırmandıkça tırmanıyor. Gerçeğin referansı olgulardan metinlere, imgelere, sözlere nakloluyor. Bir şeyin nasıl anlamlandırıldığı veya nasıl temsil edildiği tasarlanarak, onun hakikati tanımlanabiliyor. Günümüzün en hızlı gelişen ve en etkili disiplini olan ‘iletişim tasarımı’nın önemi böylece ortaya çıkıyor. Halkla ilişkiler ve reklam dalları da bu disiplinle bütünleşiyor.

İletişim evrenimiz cep telefonlarımıza, bilgisayar ve TV ekranlarına, her türlü medyaya akan katlanılmaz yoğunluktaki bir enformasyon bombardımanıyla bizi kuşatıyor. İletişim tasarımcıları bütün kamusal alanları fethetmek istiyor. Mimari cepheler giderek ekrana donüşüyor. Bizzat mimarlık (Dubai örneğinde değindiğimiz gibi) küresel metropolleri pazarlayan/markalandıran önemli bir medya olarak tasarlanıyor. Adeta bütün kent, hatta evlerimiz, neyin doğru, neyin iyi, neyin güzel olduğu konusunda, yani hakikat üzerinde rekabet edenlerin medyası haline geliyor. Bedenlerimizin, giysilerimizin markalarıyla işaretlenmesi yetmiyor, şimdi beden üstüne de dövme tarzında reklam alınıyor. Onu denetlemeye çalışan ağlar içinde beden, “bir gösterge, değiş tokuş malzemesi şeklinde örgütleniyor.” Ve “moda göstergelerine dönüştükten itibarense, vücut,[5] cinsel açıdan sahip olduğu büyüleyiciliği yitirerek bir manken halini alıyor.”[6]

Bedenin bir mecra olarak yeniden yeniden tasarlanmasına ilişkin sanatsal performansların en uç örneği, Fransız sanatçı Orlan’ın ‘operasyon’larıdır. Orlan 1990 yılından beri yaptırdığı ameliyatlarla yüzünü sanat tarihinin Mona Lisa, Venus, Europa gibi efsanevi simalarını hatırlatacak biçimde yeniden tasarlayarak, bedeniyle onların canlı birer reprodüksiyonunu ‘üretmektedir’. Sonunda, Venus’ün çenesine (Botticelli), Pysche’nin burnuna (Gérome), Europa’nın dudaklarına (Boucher), ... sahip olacaktır. Orlan böylece etini bir tasarım mecraına, malzemesine dönüştürmektedir: “Beden sanatı, et sanatı yapıyorum. Bedenimi sanat olarak satıyorum.”

Kısacası, bütün nesnel ve öznel dünyalar tasarımlanıyor. Aslında böylece tüketim kültürüne eklemlenen her şey bir pazarlama nesnesine indirgeniyor. İstanbul’da düzenlenen Design Turkey ve Turquality gibi tasarım ödüllerinin amacının markalaşma ve pazarlama olduğu belirtiliyor. Marka olmak için tasarlanmak şart. Geçtiğimiz günlerde Türk imajının, yani ulusun marka değerinin Batı’da fena halde değer kaybettiğini fark eden hükümet, bir ulus olarak imajımızın yeniden tasarlanması için Amerikan PR firmalarından teklif alıyor. Bu da ilk değil; 12 Eylül darbesinden sonra da imajımızın tazelenmesi için, Türk ve ABD dışişleri, “ülkelerin pazarlanması”nda uzman bir iletişim tasarımı firmasıyla işbirliği yaparak Amerika’da, Sabancı şirketlerinin sponsorluğunda bir dizi Muhteşem Süleyman Devri sergisi düzenlemişlerdi.[7]

Günümüzde toplumsal ilişkiler piyasa ilişkilerinin karakterine bürünmektedir. Piyasayı yöneten markaların inşa ettiği gösteri dünyası ve sembolik değerler kimliklerimizin belirlenmesinde giderek daha etkili olmaktadır. Yani bir bakıma ne tüketiyorsak oyuz. Toplumsalın kültürelleşmesinin bir başka görünümü de işte bu yaşantıların markalandırılması salgınıdır. Bugün küresel kapitalizmi yöneten büyük şirketler ya da korporasyonlar için markalandırma hayatidir. Markalandırma ise kurumsal kimlikten (corporate identity), zincirlerde pazarlanacak tek tek ürünlere kadar, birbirini tamamlayan ve her şirkete özgü bir cazibe, bir hakikat inşa eden tasarım süreçleri demektir. Korporasyonlar artık, öncelikli olarak bir takım ürünlerin üretimi esasında değil, bir takım sembollerin tasarlanması üzerine kurulur. Çağdaş tüketim ekonomilerinde tasarımı izleyen üretim aşaması ikincildir ve ucuzdur. Çünkü korporasyonlar bütün küreyi kendilerinin hizmetindeki bir atölye gibi kullanırlar.

Şirket logoları sporu, sanatı, eğitimi, iletişimi, kısacası, önceden kamusal olan her etkinliği damgalarken, bize artık onların özelleştirildiğini, dolayısıyla onlar üzerinde sahip olduğumuz iktidarı, hükümranlığımızı yitirdiğimizi bildirmektedir. Ne de olsa ‘toplumsal sorumluluk’ toplumdan şirketlere devrolmuştur. İnsan hakları bile artık markalandırılan, tasarlanan bir ‘toplumsal sorumluluk’ ya da ‘hayırseverlik’ projesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Şükürler olsun ki şirketler ve şirketleşen kimi NGO’lar (sivil toplum kuruluşları), bizim haklarımızı bize karşı korumaktadır! Kamusal hayatın markalandırılmasını Bauhaus zamanında fark edenler, ta o zaman ticari reklamların baskınlığı karşısında güzel sanatların iflas ettiğini kaydetmişlerdir.[8] Tasarım, kurduğu iktidar sayesinde sanatı kendine mal etmiştir. 

Tasarım yönetimi=yönetim tasarımı

Sonunda kendimizi olağanüstü bir kültürel hegemonya altında buluyoruz. Kendi anlamlandırdıkları biçimdeki gerçeklikleri bize dayatmak için, zihnimizi ve bedenimizi teslim almak için uğraşıp didinen tasarımcılar, iletişimciler, reklamcılar, PR’cılar devasa bir endüstri artık. Bu endüstri, hizmet verdiği diğer endüstrilerle, iktidarlarla, şirketlerle küresel bir ağ oluşturuyor. Hepsinin üstünde de piyasa. Herşeyin tasarlanmasını güden, ancak kendi tasarlanamayan ilahi kudret.

O nedenle bugün tasarım söylemiyle en çok uyuşan, yönetiminkidir: management, sevk ve idare, işletme... ‘Design management’, ya da tersi, ‘management design’ gibi çağdaş uzmanlıklar bağlamında tasarım ve yönetim kavramları adeta özdeştir. Zaten iletişim teknolojileriyle, yönetim teknolojileri iç içe geçer.

Sonuçta insanlar yönetilmek üzere tasarlanmaktadır. Bu yönetim-tasarım birliği bir itaat, onay rejimi öngörür. İnsanlar kendi üzerlerinde rızaya dayalı bir otokrasi uygularlar. ‘Kültürelizm’ denen ve ‘kültürcülük’ olarak da çevrilen neoliberal kültür politikalarının özü budur. Günümüzde ‘kültür’ terimi, artık önceden olduğu gibi üretime ve toplumsal hayata dayalı, sanata ve edebiyata dayalı bir birikim olarak kavranmaz ve tüketimle ilişkilendirilir. Dolayısıyla zamanımızda kültürün tanımı, öncelikli olarak tüketimi koşullandıran bütün anlamlandırma sistemlerini içerir. Kültürelizm de bir takım iktidarlar oluşturmak üzere bu anlamlandırma sistemlerinin tasarlanmasını ifade eder. Modernliğin siyasal veya toplumsal olarak nitelediği hadiselerin kültürelleştirilmesi, aynı zamanda toplumsal aidiyetin dağıtılarak, dinsel, etnik, cinsel aidiyetler temelinde, yani bir takım kültürel cemaatler olarak yeniden yapılandırılmasını öngörür. Toplumsal birliğin yerini kültürel farklılık alır.

Kültürelizm bir anlamda, tarihsel, toplumsal, bireysel, siyasal, kültürel bütün varoluşumuzun tasarlanması, başka deyişle gösterileştirilmesi (spectacle), veya estetikleştirilmesi demektir. Walter Benjamin ünlü “Mekanik Röprodüksiyon Çağında Sanat Eseri” makalesinde (1936) siyasetin estetikleştirilmesini faşizmle özdeşleştirir. Nazi törenlerini sinemaya aktaran yönetmen Leni Riefenstahl’in filmleri gerçekten de bir toplumun ve siyasetin hangi ölçülerde estetikleştirilebileceğinin inanması güç belgeselleridir. İşte bu kültürelist dönüşüm kapsamında sanat da yeniden anlamdırılmakta ve tasarımın boyunduruğuna sokulmaktadır. Nasıl Bauhaus Okulu’yla birlikte kadim mimarlık, ‘mimari tasarım’ olduysa, şimdi de ‘sanatsal tasarım’dan söz edilmekte, sanat yönetimi sanata baskın çıkmaktadır. İstanbul’daki üniversitelerde ‘sanat yönetimi’ derslerinin açılmasının öncülüğünü yapan Beral Madra’ya bakılırsa her şey apaçıktır: “Müzenin bir sanayi kuruluşundan hiçbir farkı yoktur; birisinden tüketim malı çıkacak, diğerinden sanat yapıtı ve kültür çıkacaktır; ve bu, dünyaya pazarlanacaktır.”[9] Post-endüstriyel dönemde fabrikaların müzeye dönüştürülmesi bu bakımdan ironiktir.

Modernite sanatı bilim ve ahlaktan ayırt ederken, onu endüstrileşmenin ve makineleşmenin neden olduğu tahribata karşı donatmıştır. 19. yüzyıl başında, Kant ve Alman Romantikleri tarafından tanımlandığı anlamıyla sanat bir ihtiyacı karşılamaz, bir yarar ve çıkar sağlamaz; işlevi yoktur. Sanat, akıl karşısında hayalgücünü, gerçeklik karşısında düşü, bilincin karşısında bilinçaltını, tasarım karşısında yaratıyı, iş karşısında oyunu temsil eder. Ayrıca, her sanat eseri biriciktir ve kendine özgü bir dil kurar ve bu da gündelik dile tercüme edilemez. Kendine özgü bir siyaseti vardır ve akılcı zihniyetleri temsil eden bütün fikirler, eylemler ve güçlere meydan okur. Deleuze’e göre “sanat direnir”.[10] Dolayısıyla, sanat hayata teslim olmaz; aksine, hayatı teslim almaya çalışır. Modern ütopyalar sanatın hüküm sürdüğü düzenlerden bahseder. Kısacası, modern anlamıyla sanat tasarlanamaz ve yönetilemez. Sanat, sanat olmak için özerk ve özgür olmak zorundadır. Oysa şimdilerde, bir işin sanat olarak adlandırılmasının en geçerli ön koşulu ‘sanat’ olarak satmasıdır, tüketilmesidir.

Sanatın tasarımlaşması=tasarımın sanatlaşması

Post-modern zamanlarda, sanat kadar önemli bir iletişim evreninin yönetilmeye ve tasarlanmaya direnmesine izin verilemez. Nitekim, bir yandan sanat tasarıma evrilmekte, diğer yandan da tasarım sanatsallaşmaktadır. Sanat, giderek egemen beğeniye, popüler kültüre baş eğmekte, biriciklik yerine reprodüksiyona öykünmektedir. Öte yandan sanat dünyası iş dünyasıyla, sanatçı iş adamıyla benzeşmekte, sanat eseri yükselen lüks kültüne kaynamaktadır. Sanat bir life-style gösterisine dönüşürken, modern sanat tarihini kuran ‘stil’ kavramı unutulmaktadır. Sanatın tarihsizleştirildiği, başka deyişle ‘aktüelleştiği’ bir ortamda, sanatı devindiren ruh, estetik stiller değil, yaşam stilleridir. Günümüzün hemen bütün isim yapmış sanatçıları, büyük moda ve tasarım şirketleriyle işbirliği yapmaktadır. Post-modernizm, modernist sanat ve edebiyatın özerk ve muhalif estetiğinin karşısına, ‘iliştirilmiş’, ya da ‘irtibatlı’ (embedded) bir estetik çıkarmaktadır.

Tasarımın sanatsallaşması ise özellikle post-Fordist üretime geçişle birlikte hızlanmıştır. Bu yeni üretim biçimi, Fordizmin kitlesel üretimi yerine, herkese ayrı ayrı özel olarak tasarlanmış ürünler üretebilmeyi idealleştirir. Yani tüketim nesneleri de, sanat eserleri gibi biricik olacaklardır, özgün ve otantik olacaklardır. Moda ve otomobil endüstrisinde, finans alanında bu tarz uygulamalara sıkça rastlanmaktadır. Örneğin Akbank hatırlı müşterilerinin her biri için, başlığı bu müşterilerin adını taşıyan, ayrı ayrı dergiler çıkarmaktadır.

Bir başka akım, tasarım alanındaki kimi ürünleri işlevsizleştirerek onlara sanat statüsü kazandırmakla meşguldür. Kimi işlevsel tasarımlar biçimsel müdahalelerle işe yaramaz hale getirilmektedir: oturulması mümkün olmayan üç bacaklı sandalye, değerli taşların kakılı olduğu uçak kanadı gibi. Damien Hirst’ün formaldehit içinde akvaryumladığı, boynuzları som altın inek de bu kategoriye girer. Bir de Frank Gehry’nin mimarlığın nihayet sanatı alt ettiğini iddia ettiği türden yapılar tasarımın sanatsallaşmasının örnekleri sayılır. Ankara’daki bir konuşmasında Zaha Hadid, yapıları tasarlamaya, modernist mimarlıkta olduğu gibi fonksiyon şemalarıyla değil, soyut bir jestle, bir çizgiyle başladığını söylüyordu. Aynen bir soyut ekspresyonist, bir Jackson Pollock gibi. Modern mimarlığın ‘form işlevi izler’ ilkesinin yerine şimdilerde ‘form tüketimi izler’ geçmiştir (form follows function-form follows consumption).

Sanatta modernizm, sanatı kilisenin, sarayın ve soyluların himayesinden kurtaran, onu özerkleştiren ve yoğun olarak 1850’lerden sonra kurulan galeriler tarafından örgütlenir. Sanatın ulus ötesi, kozmopolit, evrensel bir kimliğe bürünmesinde galerilerin rolü belirleyicidir. Şimdi galerilerin pabucu dama atılmaktadır. Bugün sanatın küresel sahneleri bienaller, fuarlar ve müzayedelerdir. Bu gösteriler, küresel korporasyonların himayesinde düzenlenir ve korporasyonlarla aynı ilkeler çerçevesinde, corporate management kurallarına göre yönetilir. 2300 yıl önce İskenderiye’de kurulan ilk müzeden beri görev yapan küratörler, bugün artık sanatçılarla korporasyonların ilişkilerini düzenleyen bir grup sanat ve kültür yöneticisidir.

Bütün hayatı tasarlayarak onu yönetmeyi hedefleyen güçler, nihayet sanatı da tasarlamayı ve yönetmeyi başarmışlardır. Ve bence, aklın hayalgücünü iktidarı altına aldığı bir hayat dehşet vericidir. Yeni yeni baskı ve iktidar araçlarının, hatta savaşların ve işkencelerin özgürlük gereğiymiş gibi anlamlandırıldığı bir dünya dehşet vericidir.

II. Tasarımın kavramlaşma ve kurumlaşma etapları Tasarımın bileşenleri sanat, zanaat ve sanayi. Ancak bu üç bilgi ve üretim türünün sınırları oldukça tanımsız. Yerine ve zamanına göre birbirlerini tamamıyla içerdikleri de olmuş, dışladıkları da. Aralarındaki ilişkileri felsefeleştirmeye girişenlerin başında, “diyaloglar”ında uzun uzun bir işbölümü haritası çıkarmakla uğraşan Platon geliyor. İnsanın maddi ve fikri, ya da sanat gibi hayalgücüne dayalı etkinliklerinin ontolojisi üzerinde duranlar hala onun yazılarını yorumluyorlar. Bu yorumlar birbirleriyle çatışmalı. Çatışma bir ölçüde felsefenin doğasından, bir ölçüde Platon’un sonuçsuz argümanlarından, ama önemli ölçüde de sanat ve zanaat ile sanayi arasındaki maddi hayattta süregelen mücadeleden kaynaklanıyor. Bütün bu gerilimin yoğunlaştığı kavram techne.

Antikite ve techne

Antik Yunan’da ve Platon’da modern anlamıyla ‘sanat’a karşılık gelen bir kavram yok. Techne bütün sanatları da, zanaatları da içeriyor. Aslında belirli bir amacı olan, bu amacına ulaşmak için belirli bir yol ve yordam izleyen, ve belirli bilgilerden yararlanarak nihayetinde bir takım ihtiyaçları gideren, yararlı, işlevsel kimi sonuçların ya da ürünlerin elde edildiği tüm etkinlikler techne bağlamında sınıflanıyor. Daha basitçe, techne, ‘rasyonel üretim’ anlamına geliyor.[11] Foucault da onu “bilinçli bir amacın yönettiği pratik bir rasyonalite” diye tanımlıyor. Ayrıca bu terimin ‘teknoloji’ ile olan ilişkisine değinerek, ‘teknoloji’nin çok dar anlamda kullanıldığını, oysa yönetimin de, “bireylerin yönetimi, ruhların yönetimi, çocukların yönetimi...”, bir teknoloji olduğunu belirtiyor.[12] Kısacası, siyasetten mimarlığa, tıptan müziğe, bir amacı olan her etkinlik bir tür sanatkarlık.

Kimi yorumlar, Platon’un şiiri bir sanat olarak ayırt ettiğini savunur çünkü ona göre “müzlerin esinlendirdiği delilik” olmadan şiir de olmaz. Ama örneğin Collingwood, Platon’un şiiri de poietice techne olarak andığını kaydederek, antik Yunan kültüründe bu sanatın da bir zanaat olarak kavrandığını öne sürer: “Becerileri sayesinde önceden tasavvur edilmiş bir takım duygu ve düşünceler uyandıran” şair de “her zanaatkar gibi amaçladığı sonucu öngörmek ve bu sonucu nasıl elde edeceğini belirli deneyimler ve kurallar aracılığıyla öğrenmek zorundadır”.[13]

Techne sanattan ziyade, episteme kavramından ayrılmasıyla anlamlandırılır. Episteme ideaların bölgesiyse, techne bu ideaların taklit edilerek (mimesis)maddeleştirildiği bölgedir - ideal bir masa fikrinin ya da formunun usta bir marangoz (architect)tarafından tasarlanıp imal edilmesinde olduğu gibi. Biri bilmek, diğeri yapmak üzerine kurulur. Biri öncelikli olarak kafayı, diğeri elleri gerektirir. İlki özgür yurttaşlara özgü bir uğraş olan ‘Serbest Sanatlar’ı (Liberal Arts) ilgilendirir, ikincisi ötekilerin sanatı olan ‘Mekanik Sanatlar’ı. İlerde, endüstri çağında, birbirlerinden ‘entelektüel emek’ ve ‘el emeği’ olarak ayırdedileceklerdir.

Vilém Flusser, “Tasarım Sözcüğü Üzerine” başlıklı makalesinde, techne ile sanat, zanaat, sanayi ve giderek tasarıma ilişkin sözcüklerin anlamları arasında var olan etimolojik bağlara dikkat çekiyor. Hepsinin bir yerde ‘hile’, ‘dolap’, ‘düzen’, ‘tertip’, ‘kandırmaca’ anlamına gelmesinin kaynağını açıklıyor. Örneğin, gemi yapımı ve mimarlık dolayısıyla eski zamanların en başta gelen zanaat erbabı olan marangoz (tecton), ağacı diyelim bir masa kılığına sokarak göz boyuyor, oyun oynuyor. Üstelik bizi kandırıyor çünkü masanın hakikati bir idea. Technenin Latincesi ars, çevirmek anlamına geliyor ve Türkçe’deki ‘iş çevirme’, ‘dolap çevirme’ deyimlerini de ima ediyor. Almanya’da hırsızlar hala bu sözcüğü aynı anlamda kullanıyorlar. Sanatçı demek olan artifex, özellikle sahtekarlığa ve dolandırıcılığa işaret ediyor. Hakiki sanatçı cambaz ve hokkabaz. Hepsi de arstan türeyen artifice (yapıntı), artificial (yapay) ve artillery (özellikle mancınık, sapan, top gibi savaş makineleri) sözcüklerinde de yukardaki anlamlar görülür.[14] Mekanik ya da makina sözcüklerinin türediği mechos da Yunancada kandırmaya, hileye yarayan alet anlamı taşır. Nitekim en basit makine sayılan kaldıraç, hem insanın kolunu taklit ederek, hem de yapay bir düzenek marifetiyle aslında yerçekimine özgü olan bir gücü çalarak doğayı hırsızlar. Resim, heykel deseniz, onların doğadan yaptıkları taklitler zaten göz önünde. Hele örneğin bir masa resmi, doğal ve ideal olanın taklidinin de taklidi: simulakra. Müzik deseniz, kozmosu düzen içinde tutan sayılardan, orantılardan bir çalıntı...

Türkçede techneyi andıran bir sözcük, sanayi. Günümüzde doğayı işlemek, endüstri anlamında kullanılan sanayi, aslında sanatlar ve zanaatlar demek olan sınaat’tan geliyor (sanayi-i nefise=güzel sanatlar). Arapça’dasanayisözcüğü, ‘yapma’, ‘eser’, ‘sanat’demek olan sun’ kökünden türüyor. Yapayanlamına gelen sun’i sözcüğü ile ‘düzme’, ‘tertip’, ‘hileler’, ‘tuzaklar’anlamına gelen sanâi’ sözcüğü desun’kökünden. Hem ‘sanat eseri yaratıcısı’, hem ‘tanrı, yaradan’ anlamlarına gelensâni’de aynı kökten.[15] Farklı dillerdeki techne, ars ve sanayi ile bağıntılı birçok sözcük arasında görülen bu şaşırtıcı semantik eklemlenme Platoncu bir felsefi söylemin farklı kültürlerde nasıl paylaşıldığını gösteriyor.

Techne sözcüğü ile çevresinde türeyen diğerlerinin ifade ettiği anlam birlikleriaslında gelecekteki anlam çatışmalarına da işaret ediyorlar ve modern zamanlarda birbirlerine karşıt söylemler olarak örgütlenecek sanat ve sanayi arasındaki gerilimi haber veriyorlar. Toplumsal işbölümünün evrilmesiyle sanat ve sanayi arasına dizilen ve ressamlıktan mühendisliğe kadar çeşit çeşit uzmanlıkları -sanatları ve bilimleri- tanımlayan terminolojilerdeki anlam kaymalarını, belirsizlikleri ve geçişleri ima ediyorlar.